Kadehe dokunduğu yeri kırmızı bırakıyor dudaklarım. Bu baştan boyamakta zorlandığım bilmem kaçıncı gün üstelik.
Kirpiklerim sanki üstlerinde yük taşımış. Tırnaklarım epey kırgın. Aynada gördüğüm şey güzellikse eğer, güzellik tamamen bir yansıma. ve yansımaları gerçek sanan insanlar çok çabuk aldanıyor. Derin birkaç nefes alıyorum çünkü bazı günler bitmez. Bugün de öyle olsa gerek, ağırlığından belli, etkisini kim bilir kaç sene sonra hala hissediyor olurum. Bir yandan tüm bunlar varken, bir de hikayeler başlıyor olur kenardan bi yerden. O kadehlerin sayısı arttıkça uzamış, kısalmış hikayelerle; bu yorgunluğum yüzümden okundukça sayfa sayfa eskimiş kahramanları. Sabahlar sokaklara dökülüyor, bardaklar doluyor. Sıcak. Unutmaya çalışıyorum kim olduğumu, unutmaya çalışılıyor bir şeyler bu masada. Bekle. Hiçbirimiz birbirimizin neyi unutmaya çalıştığını bilmiyoruz. Hayal bile edemiyoruz. Kendini bırakıp bırakıp gider ya insan, sonra kenarda köşede bir parçasına rastlar ve eskiye özleminden geçmişe dönecek gibi olur. Hani iki kişi arasında hiç geçmemiş bir konuşma vardır. İkisinin de aklına uğramış ama hiç dile dökülmemiş. Bazı şeyleri hissedersin ama hissettiremezsin. Sana sorsam önce sorunun manasızlığından yakınır sonra düşünür gibi geçirdiğin o zamanın sessizliğini sevdiğinden susmaya devam eder ve en son olduğun yerden kalkıp benim cevabımı duymayı ister miydin? Bir şeyleri yok etmeye çalışırken yanlışlıkla her şeyi yok ediyorum bazı zamanlar. Kendimi. Yokmuşum gibi geziyorum ortalıkta. M.E
0 Comments
Ellerini kenetlemiş kadın; koskoca bir tarih üzerine temiz sayfa gibi dikilmeye çalışan Concorde'da otururken.
Gözlerini kapamış; kendisinden hep memnun olması ilerlemeyeceği anlamına gelmemeye başlamış birden. Yol üzerindeki seyyar satıcılarda oyalanırken geçen zamanı kayıp olarak görmek ne kadar da eğreti o kol saatine? Kendi zevkleri için verdiği molalardan nefret duygusunu uzaklaştırarak başlamış yeniden doğmaya. Kimi için yüzyıllar süren bir değişimmiş bu, kimi büyük devrimlerle tanımlamış yoktan var olabilmeyi, kimi güneşli bir günde oturduğu bir bankta bulduğu aşk mektubu ile. Kadın, buz gibi tenini yine kendi teni ile telkin etmeye çalışırken gözüne ilişmiş uzun zamandır görmezden geldiği o detay. Karanlığın sağ üst köşesinde bir beyaz. Hem de etrafındaki karanlık sebebiyle kendine "siyah" diyen bir beyaz. Peki hangisi leke olur bu senaryoda? Her şey çok çabuk yaşanıp bitmiş Paris'te bir meydanda, Brüksel'de bir barda, Rotterdam'da kübik evlerde. Her şey hep bir çırpıda yaşanır bitermiş zaten ama kadın en çok aklında bırakılan tüy kadar hafif o izlerle ilgilenmiş. Ne kadar uzun süre aklının kargaşasında büyürse büyüsün her iz, bir gün mutlaka bitmiş. ve haliyle, bitmeyeceğini-nedense-çok iyi bildiği bir izden kaçmaya çalışırken dönüp yine ona varabilmekten büyük haz alır olmuş. Ama ne kadar yorucu yeniden yazmak, yeniden söylemek, yaşamak, varmak, bulmak ve bulunmak? İşte tam da cevabını bilemediği kadar- ve aslında yalnızca ufak bir adım atmaya yeltenmek kadar- yani hem çok hem de hiç. Merdivenlerden yukarı çıkarken sanki mutfak radyosundan yankılanır gibi peşinden gelmiş bir şarkı. Nasıl denir, böyle bi içten, aniden, mütevazı. Bacaklarından tırmanıp saçlarına dalga olana kadar bir tur atmış etrafında. Bu saniyelerin geçerken bıraktığı önemsizlik hissi hep sonradan düşünüldükçe büyümüş ve mürekkep olmuş kağıtlara. Tırmandıkça arkada kalan, kısıklaşan ama ister istemez akla takıldığı yerden hep söylenmeye mahkum bir şarkı. Yazılıp silinen, heveslenilip söylenmeyen bütün cümlelerin yansıması da bu şarkı gibi bir başka çizgi yerleştirecek suratına. Hele o yalın ayak koşar gibi adımlarını hızlandırışı- en çok korkuyla kaçmaya çalıştığı o his tarafından gerçeğe döndürülürmüş kadın. Henüz bilmiyor, veya yeni yeni bildiğini kabulleniyormuş. İstanbul arkasında kalıyor. İstanbul arkasında, kafasını döndüğü an bir kartpostal gibi gözünün önüne serilmeye hazır. Hiç kimsenin tanımadığı kadın kendisi ile ilk kez göz göze geliyor. Ne ironik. M.E Tenimi titreten tiz bir çığlık.
Çocukluğuma uzaktan bakan gelecek yemin ederim ki bana ait değil. 5 çizgi arasına karalanıyor aklımı çelen sorular. ve sözlerini zaten bildiğim şarkılar artık yabancılaşan tanıdıklarca söyleniyor. Betona bastıkça üşüyor, aşağı eğildikçe düşüyor, sınıra geldikçe geçmeye olan korkumdan geri çekiliyorum. Yıldızlarımızı bir kavanoza koyup ardiyeye kapatmış galaksi yaratmayı bekliyoruz. O aralar her şey eş zamanlı ilerliyor ve benim hiçbirinden haberim yok. Adımımı attıkça başka yerlerden geri kaçan adımlara denk geliyorum. Duruyorum bomboş bir alanda, orayı yeniden yaratabilmek için. Güvenilir bir uzaklıktayım geçmişe, gerektiği kadar yakınım geleceğe. Bir buluta dokunmayı deneyecek kadar hevesliyim bu kez. Ama beni hangi denizde boğulmaya çağırdığına bi bak. Yağmur yağdı üstüme ağlamışım gibi göründü, aciz oldum. Sarılmak için yürüdüğün yolun sonunda intikam istedin, hain oldum. Kendi düşlerimde ve kendi isteğimle düşe kalka yol arıyorum; ama beni hangi kıyıya vurmaya zorladığına bi bak. Saçıma düşen kırgınlıklar minör, yüzüme değen rüzgar aksi, çırpınan kollarım güçsüz. Ufak bir horoz şekeri uğruna süslediğin hayallere mutlaka geri döneceksin. Sen bir çocuksun çünkü, ben, kırmızı kaşe elbisesine hayran bir kadın. “Hearing the languishment in that voice, he wondered if she were bud or bloom; or perhaps a petal blown off and having nothing to belong to anymore.” Thomas Pynchon, from “Under the Rose" M.E |
Melis Erdoğan
Bu blogta yer alan her yazı, içerikte aksi belirtilmedikçe (alıntı vb.) blog yazarına aittir. dontfinishanyht©Copyright Tüm Yazılar
February 2024
|