Bir şeyleri söylemek istediğimizde içimize çektiğimiz suskunluk,
dilimizin ucuna kadar gelen ama bir türlü yüzünü gösteremeyen bir çocuk, kendinden söz ettirmediği gibi istemsizce kendini anlatırken yaşadığı çelişki, The Ring Trick, gelişigüzel bir radyo kanalında kendi kendini çalarken, boşvermişliği ile direksiyonu kavramış iki nasırlı, kırışmış ve titrek el, gırtlağımıza takılan sigara dumanı eşliğinde içi pişmanlık dolu bir ritüel, avuç içlerimizdeki çizgilerle kaybolduğumuz yerden, bildiklerimize dönen yollar, ağıtlarımızın tarihselliği kadar eş zamanlılığının da altında ezilmiş bestekar, Gökyüzü, ufak çocukların ufak ses tellerinden çıkan milyon zulmü bağrında tutar, Yeryüzü, büyük kadınların büyük beklentilerinden arta kalan kırıklardan mezar yapar. Bir şeyleri söylemek istemediğimizde yüzümüze takındığımız bir çığlık, hiç atılmamış adımlarla, hiç gidilmemiş yerlere ait olan yabancı bir adam, kendine dair her şeyi o masaya dökmek için tutuşurken hissettiği dram, hangi şarkı açık olursa olsun hep en yüksek sesle duyulan tek şey "o an", bu, farkındalığın o buz gibi geç kalmışlık hissi göz kapaklarımıza uzanan, birden fazla kişinin oturduğu masalarda sönen sigaralar kaç kişilik? aradığın "biri"nin orda olmadığı masalara meze olan insanlar kaç kişilik? Gitmek istediğim yerler, ulaşma gayreti ile kollarımı güçsüzleştiren mesafelerde, Dönmek istemediğim şehirlerden sınırsız açık bilet kazanmış gibiyim bu günlerde, duman geceye, gece acıya, acı yalana, yalan hırsa, hırs gözyaşına, gözyaşı geçmişin özlemine sebep, ben bir şekilde sıyırırım üzerimize diktiğimiz vitrin karakterleri, rüzgar okşar yine öfkeyle ağrıyan saç tellerini, ben yine bir şekilde bulurum yönümü, en karanlık odaların en yalnız hissettiren saatlerinin dönerken çıkarttığı tik tak sesine dönerim yüzümü, benden geriye kalanla ne yapacağıma rastgele bir radyo şarkısı karar verir bir akşam, bir kapı zili engel olur bir yola, bir başkasına ise sebep, ben çoktan doğmuş olmalıyım; yarın ya da birkaç yıl sonra. Fakat ben, çoktan öldüm; birazdan ya da gelecek çarşamba. Saldırgan fakat hırslı benliğimde çürümeme ihtimali olan tek bir organ bile kalmadı. Melis Erdoğan
0 Comments
Kaldırım kenarındaki eskimiş dikdörtgen taşların üzerinden yürüyor çocuk.
Haftaiçi, iş çıkış saati, hem yorgun hem de bıkmış artık bu rutinden. Etrafı huzur kokan evlerin, güvenli bahçelerinde geçmedi çocukluğu. Elleri toprak ve ter kokan bir baba ile her daim deterjanla karışık akasya kokan bir annenin oğlu. Çok da uzak olmayan diyarların, pek bir tanıdık mahallelerinde köklerine benziyor. Gökyüzünde sallanır gibi bir hali varsa bile, yeryüzünde bırakamayacağı bağlar kuruyor. Bir evet ve bir hayır'ı da yok; belki'lerle kalkıyor yataktan sabahları. Öyle bir büyütüyor ki içinde, o kupkuru sıcağı eserek yanağına konduran rüzgarı. "Kalbim büyük..." diyorum, "kalbim kocaman ve sınırsız ve durmak bilmez ve merhametli." ve çocuk şaşırıyor tüm bu söylediklerime. Anlam verecek vakti yoktur bazı insanların. Vakti olmuyor çocuğun da ama kazıyor aklına, "Mümkün." mümkün mü? Vakti olmayan her insan gibi, vakit ayırdığı her şey tüketiyor ufacık ömrünü. Bir çam ağacının dikenlerinden sayıca az günleri, bir gülün yapraklarından daha çabuk soluyor, bir elin parmaklarından daha az güveneceği insanlar, ve tuğla bir duvarın ardından daha önce var olduğunu bilmediği ihtimallere takılıyor gözleri. "İllüzyon..." diyorum, "izlediğin her şey sahnelenmek için yazılmış birkaç gösteri." Döngüler içerisinde kovalayıp durduğun tüm anlar, hepsi hayatını soluklaştırmak için yaratılmış bir öğle vakti. Sıkıcı ve tekdüze hayatın olsun ki aklına uğrayan soruları sorama diye hepsi. Uyu, uyan, ye, iç, konuş, sus, gel, git, heves et, vazgeç..diye. Bir hevesle yüzünü göğe dönüp bir takım yıldızından dilek dileyeme. Dileyemediğin dileklerin de peşinden gideme, yollara düşeme, yollarda yıkılıp sonra geri kalkıp sonra yine yıkılsan da "bildiğin tek şey yanlışı deneyimlemenin ardından doğruya ulaşmak" deyip devam edeme diye. Duvarları yosun tutmuş bir oda içerisinde küfür kıyamet bir geleceği, sırf üzerine kurdele kondurdukları için hediye etmeye kalkıyorlar çocuğa. ve çocuk, henüz direnişin ulaşamadığı kulak fısıltılarında yalnızca baskıyı işitiyor. Yalnızca cezayı, suçu, gururu, kibiri, onur ve ahlakı. Ağzına aldığı ilk kelimeden itibaren köreltiyorlar dipten yükselebilmeye olan inancını. Öğretmiyorlar karşılıksız şeylerle atan insan kalpleri olduğunu, bir çiçek yetiştirmenin, bir kalp kırmaktan daha çok cesaret isteyebileceğini, bir adım atmanın bir vazgeçişten daha zor olabileceğini, kırılgan olmanın ve sevmenin ve önem göstermenin ve hayallerini genişletebilmenin hafifliğini. Zor olsa da, elleri barut kokan çocuğa yol göstermek için yürüyorum önden. Bilmediğim yönlere yöneliyor, karşıma ne çıkarsa plansızca tepki veriyorum. Ruhumun bile duymadığı cılız sesleri, betonu kan ve pas kaplı odalarda kendine sarılan sözde babayiğitleri, tanıklık etmesem de kabullenemiyorum, içime dokunabilen gözlerin kendini bilmez bir şekilde karanlığı dileyişini, Mauna Kea bilinmezliği ile kendini dillere dolamış bir Everest'i. Arşimet'in Dünya'yı yerinden oynatacağı bir dayanak noktası arayışı gibi. Çok kırılgan bir doğru üzerinde, nerede olduğu bilinmez, bir cümleye son, bir diğerine başlangıç bir nokta oluyorum. Dua ediyorum Tanrı'sına çocuğun. Tanrı'nıza hepinizin. "Hali bitkin, gülüşünü geceye saklamış, başını kendine yaslamış, teselliye değil umuda ihtiyacı olanların içine; bir pazar gününün ansızlığı ile üzerlerindeki günahları sıyırma gücünü doğur." Melis Erdogan Pamuk şeker rengi çocukluk düşüncelerim hastalandı. Nihil-
Başladım olmadığım herkesi anlarmışım gibi davranmaya yine. Ellerimden mürekkep akıyor ve oluyor bir hayata nesir. Sırlarımın sonunda, sabrımın sınırında, elimden düşen hayallerin ortasında yerde, Endişe ve şüpheden uyuyamadığım gecelerin aksine çiçeklerle dolu bir bahçede. Bekliyorum- bir pazar gecesi içime doğan sessizliğin ardındaki eli kanlı canavarları gör ve gözlerimi kapat diye. Ama unutmuyorum bakışlarında gizlediğin hüzünlü oğlan çocuğunu, unutmuyorum sabaha karşı kalbime dokunan gözlerini, korkma. Fakat korkuyorum, unutacaksın. Ben hiç bilemedim korkumun üzerine giderek nasıl onunla barışabileceğimi. Ben hiç olmadım kendim, veya kendim sayesinde güçlü ve tek galibi kendi seçimlerimin. Önüne geçmeye gücümün olmadığı düşünceler akıyor zihnimde. "Ne diyor bu?" Anlamsız kelimelerle karamsar cümleler inşa etmiyorum, hayır. Basitçe ortada duran gerçeklere çarpıcı farkındalıklar armağan ediyorum. Bir bardak içkinin içine baktığında boğulur gibi hissettiğinde, gitmeye ihtiyacı olan düşüncelerin, olduğu yerden kalkamayacak kadar kendinden geçince, kendini zannettiğin kadar büyük olmadığını fark ettiğinde, savrukluğunun cezası olarak bir kadını kaybetmiş olacaksın. Kendini, ya da sana kendini sevmenin yolunu öğretmek istemiş birini. İnsan sadece ölünce kaybetmiyor sevdiklerini, ayıramadığı zamanın ağırlığıyla hiçe saydığı kalpler de "hoşçakal"dır. Ama insan, sanki en büyük koleksiyoncuymuş gibi, sanki hepsi kendi sunumunu bekleyen parçalardan ibaretmiş gibi, utanmadan biriktiriyor başka kalpleri. Ve biriktirdiğini zannettikçe, azaltıyor kendini. Bir daha eskisi gibi olamayacak olan her şey gibi. Kaldır kadehini- Melis Erdogan |
Melis Erdoğan
Bu blogta yer alan her yazı, içerikte aksi belirtilmedikçe (alıntı vb.) blog yazarına aittir. dontfinishanyht©Copyright Tüm Yazılar
February 2024
|