Lacivert saten fuların parmaklarımdan kayışı gibi hissettim bir yerine yetiştiğim dönemlerin büyük duvarlarını,
dokundum kiremitten inancına Mt Calvary Kilise'nin, yürürken adımlarımı ağırlaştıran duraklarım vardı, kendini tavan arasında tozlanmış bir geçmişe yamamaya çalışan yaşlı teyzelerin korkularına çarptım, Denver'da hala yürüyen ve anıların içinden tekrar-tekrar geçip giden hayaletleri özleyen adamların gözlerine baktım, kurşuni gömlekleri ile kan rengi odalarda 'bir'lik olmaya çalışmış çocuklar duydum, eskimiş beyaz bir paçavra giymiş jazz altın rengi nefesli borularda dolanırken ağlayan kız çocukları vardı. Görmeye hiç ihtimal vermediğim manzaralarını dinledim tüm dünyanın, kiminde iz bıraktım kimi bende, kocaman metropollerde kaybolan kimliğimi kendimi hatırlayarak değil, sevdiklerimi hatırlayarak buldum, Staten Island feribotu hareket ederken kalkış saatinden yakınanlarla, koca şehir metrosunda nefes nefese dizlerine vurarak bağıranları, solgun, demode, ufak sinema salonlarında çaldıklarını takas ederken pazarlık yapanları, bilmediğim bir dilde gözlerime bakıp benden medet uman adamı, konser öncesi yeni vardığı şehirde kız arkadaşına sürpriz yapmayı isterken en çok kendi şaşıran bir genci, bir beyzbol oyunu sırasında eğreti durduğu kalabalıktan kaçar gibi uzaklaşan anneyi, Chesapeake Sahili boyunca ağlarla kapattıkları okyanusa karşı oturulan masada iki sene önceki ben ile iki sene sonraki ben'in tanışmasını, bir kimyacının icatlarını ev içerisinde sergilerken arka planda yüksek seste tekrara düşen Devo'yu, Newark'ta yol kenarındaki bir Ayçiçeği tarlasında koşarken arkamdan seslenen 37 yaşındaki bir kadını, illegal bir mekanda jukeboxta bulduğumuz Tanju Okan'ı, kuşağımın paletler ve şarkı sözleri ve bol tişörtler ve pahalı ayakkabılar ardında ağıt yakan çocukluğunu gördüm. Kasada gün bitimine kadar dayanamayacak kadar sinirli, bıyıklarıyla oynarken telefonunu üssüne göstermeden kontrol etmeye çalışan ukala kasiyerle, ses çıkarmaktan büyük haz alan ama iki kişi olmanın yarattığı kalabalıkta tek kelime konuşamayacak çekingen garson kızı, elleri parkinsondan titreyen, gözleri esrardan kırmızı, saçları stresten tel tel düşmüş orta yaşına doğru hızla ilerleyen başarısız bir evladı, su sızdıran musluğu yaptıramayacak kadar meteliksizse de adını bilmediği sanatçının konserini kaçırmayacak sözde sanat tutkununu, 8.15 vapurunda 7/24 olan biteni düşünürken fark etmeden saçlarıyla oynayan dalgın kadını, dünyanın tüm hislerine vakıfsa da o çok bilindik hisse yabancı gibi hareket etmekten kendini alamayan 27 yaşında bir erkeğin kararsızlığını, istemekten utandığı için hep vermek zorunda hisseden bir sevgilinin ıslak kirpiklerini, bir kapı çalışındaki sessizliği ve bir gramofonda titrek duran iğneyi, hiç solmasın diye her gün su verilen çiçeğin fazla sudan öldüğü bir günü, gece boyunca Belle Haven'da, loş bir sokak lambası altında yalnızca kendisiyle hasbihal eden ihtiyarı, içi içinden geçercesine sevdiği şeye bakmaya bile kıyamadığı için büyük ihtimalle kaybedeceğinin ikrarını kucaklamış uzun saçlı kızı, ve solsa da, solmasa da, su alsa da, almasa da, boynunu eğdiği yerden geri dikelecek bir çiçek gibi tüm bunlar- koca bir bahçeyle ilgilenecek zamanı yaratamazsa hayatının sonuna dek pişmanlık duyacak insanları, koca bir bahçe sevgi, saygı, iş, güç, bugün, yarın ve hatta dün, öldüğünde eksikliğini hissettirecek bir şeyi kaybetmeden sahip olmanın değerini anlayamamayı, en çok da hepsini, her birini, her sabah banyo aynasından gözlerimin içine baktıkça- Melis Erdoğan
7 Comments
|
Melis Erdoğan
Bu blogta yer alan her yazı, içerikte aksi belirtilmedikçe (alıntı vb.) blog yazarına aittir. dontfinishanyht©Copyright Tüm Yazılar
February 2024
|